EFSANELER
Abdulvahap Gazi Yatırı
Abdulvahap Gazi, Emeviler döneminde yaşamış ve İslam kuvvetleriyle Anadolu seferine katılmış ünlü bir ordu komutanıdır. Doğum tarihi belli değildir. Taberi ve İbnü’l Kesir, Abdulvahap Gazi’nin H.113(M.731) yılında şehit düştüğünü belirtir.
Abdulvahap Gazi, Battal Gazi’nin ve Ahmet Turan Gazi’nin silah arkadaşıdır. Türbesi, Yukarı Tekke kayalıklarının üzerindedir. Abdulvahap Gazi’nin Sivas’tan başka İznik, Elazığ ve Bayburt’ta da türbe ve makamları bulunmaktadır.
Menkıbe: Menkıbelere göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. Onun duası ile uzun bir ömür yaşamıştır. Hz. Peygambere ait mübarek emanetleri yıllarca sonra Malatya’ya gidip Battal Gazi’ye teslim etmiştir. Daha sonra Battal Gazi ve Ahmet Turan Gazi, Anadolu’yu İslamlaştırmak için birlikte hareket etmişlerdir. Abdulvahap Gazi, Soğuk Çermik yakınlarındaki bir savaş sırasında Ahmet Turan Gazi ile birlikte şehit düşmüş; sel sularına kapılan mübarek vücudu uzun müddet Yukarı Tekke kayalıklarının altından akan ırmakta kalmış, görülen bir rüyadan sonra mübarek cesedi buradan alınarak, Yukarı Tekke’deki kabrine nakledilmiştir.
Gelenek: Sivas halkının inancına göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in bayraktarı sayılmakta ve bayraktarların piri kabul edilmektedir. İşte böyle bir inançtan doğan bir düğün geleneği vardır. Bu gelenek şöyledir:
Oğlan tarafı gelini almak için başlarında bayraktarları, bayrağı çekmiş halde kızın bulunduğu köye veya mahalleye yaklaşırlar. Bunları kız tarafı karşılar. Kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına şöyle seslenir:
Bayraktar, bayrağını kaldır
Yönünü kıbleye döndür
Pirine bir salavat gönder
Verelim muhammed’e selavat,
Sallu ala Muhammed
Herkes selavat getirir. Bu sefer oğlan tarafının bayraktarı, kız tarafının bayraktarına şöyle der:
Kitap üstünde yazı
Okurlar bazı bazı
Pirimiz Abdulvahap Gazi
Verelim Muhammed’e selavat
Sallu ala Muhammed…
Yine herkes selavat getirir ve kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına
maniler şeklinde bilmeceler sorar…
Ahi Baba Yatırı
Ahi Baba’nın türbesi, Divriği ilçesine 8 km.uzaklıktaki Ahi köyündedir. Türbede biri Ahi Baba’ya, diğeri hanımına ait olmak üzere iki kabir bulunmaktadır. Köylülerin inanışına göre Ahi Baba, Ahi köyüne Erdebil’den gelmiştir.
Efsaneye göre, Dumbuca dağı eteklerinden geçen Sultan Murad/Kervan yolu üzerinde bir ejderha türer. Kervanlara yol vermez. Yaylımdaki hayvanları parçalar. Köylüler korkularından yaylaya çıkamaz; tarlalarına gidemez olurlar. Şikayetler, feryatlar artar. Fakat, ejderhayı öldürmeye de kimsenin gücü yetmez.
Divriği Bey’i çaresiz kalır…
Bey’in etrafında bulunanlar:
- Beyim, bu ejderhanın hakkından gelse gelse, Eksirik’te oturan derviş gelir, derler.
Bey, Eksirik köyündeki dervişe haberci gönderip, sarayına davet eder. Ahi Baba, o
sırada çamur karmakta imiş. Haberciler köye gelirler, dervişe selam verirler, Bey’in davetini iletirler. Ahi Baba da:
- Bey’e selam söyleyin, merak etmesin, elimin çamurunu yıkar yıkamaz yola çıkarım, diye cevap verir.
Haberciler köyden ayrılırlar. Divriği’ye gelip Bey’in huzuruna çıkarlar. Bir de
görürler ki Eksirik köyündeki derviş kendilerinden önce Divriği’ye gelmiş ve Bey’in huzuruna çıkmış. Hayretlerinden bir şey söyleyemezler, ayakta dikilip kalırlar.
Bey, Ahi Baba’ya derdini anlatır. Büyük bir sıkıntı içinde olduğu her halinden bellidir. “Derviş Baba, bizi bu ejderhadan kurtar…” der. Ahi Baba:
- Beyim, siz merak etmeyiniz, Allah’ın gücüyle ve erenlerin himmetiyle ben onu kısa zamanda helak eder, kervan yolunu açarım, der.
Ahi Baba, Divriği Ulucami’nin damına çıkar; okunu alıp yayını çeker. Ok, Dumbuca dağına doğru süzülüp gider… Sonra, aşağı iner. Bey’e:
- Canavarın işi tamam, der.
Kimse Ahi Baba’nın sözüne inanmaz. Ulu Cami’den atılan bir okla canavar vurulur mu, derler.
Bey, olayı doğrulamak için askerlerini Dumbuca dağının eteklerine gönderir. Askerler, Dumbuca dağı eteklerine vardıklarında canavarın bir ok darbesiyle öldürülmüş olduğunu hayretle görürler. Canavarın kulağını kesip Divriği Beyi’ne getirirler. Ahi Baba’ya saygısızlık edenler, dervişin ayağına kapanıp özür dilerler.
Boğan Kaya
Efsane: Zara’daki Boğan Dağı’nın bir uzantısı olan Çıralık dağında çok önceleri bir canavar yaşarmış. Dağın eteğindeki Kızılkale köyünden bir genç sevdiği kızı kaçırarak dağa çıkmışlar. Dağda önlerine canavar çıkmış. Oğlanı boğazından yakalayarak öldürmeye çalıştığı sırada kız: “Ey Allah’ım, bizi şu canavarın elinden kurtar; onu taş yap” diye dua etmiş. Birden yer yarılıp canavar boğazına kadar toprağa gömülmüş ve oracıkta taş kesilmiş. Canavarın taş kesildiği kaya halen durmaktadır. Bu olaydan sonra kayaya “Boğan Kaya” denilmiştir.
MASALLAR
Altın Kirpikli Oğlan
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, keçiler berber, pireler de bakkal iken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın… Sen olsan kaçmaz mısın… Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek; arpa-buğday, lale-sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de arkama baktım ki, ne göreyim? Bir iğne boyu yol gitmişim. Oracıkta üç dükkan gördüm. İkisi harap, birinin kepengi yok. Kepengi olmayan dükkana girdim. Orada üç silah gördüm. İkisi kırık, birinin barutu yok. Barutu olmayanı aldım, ava çıktım. Dolaştım, dolaştım üç tavşan buldum. İkisi ölü, birinin canı yok. Cansız tavşanı vurdum. Gittim gittim gittim… Önüme üç dere çıktı. İkisi kurumuş, birinin suyu yok. Suyu olmayan derede tavşanı yıkadım. Orada üç tencere buldum. İkisi delik, birinin dibi yok. Dipsiz tencereye tavşanı koydum. Pişirdim pişirdim… Dittim dittim… Yedim yedim… Karnım doydu doydu… Ama hâlâ dudaklarımın yaptıklarımdan haberi yok…
Vaktiyle memleketin birinde bir kadın yaşarmış. Bu kadının bir kızı varmış. Bu kadın, kızını hiç kimseye göstermezmiş. Kız dünyadan habersiz, kimseleri tanımadan büyümüş.
Bir zaman sonra kadın, kızına ders versin diye, medreseden bir hoca tutmuş. Hoca her gün gelip kıza ders verirmiş. Bir gün ders yaparken, evin duvarının taşlarından bir tanesi yere düşmüş. O delikten içeriye ışık girmiş. Bu aydınlık kızın çok hoşuna gitmiş: “Tanrı, bana bir eğlence gönderdi.” diye düşünmüş.
Hocasına;
-Hocam, içeriye giren bu aydınlık neyi nesidir, diye sormuş.
O da;
- Kızım, bu güneş ışığıdır, demiş.
Kızın merakı bir türlü geçmemiş. Hocasına durmadan sorular sormuş, yeni yeni şeyler öğrenmiş.
Bir gün hoca kıza;
Kızım, bana balmumu getir de sana adam heykeli yapayım, demiş.
Kız, hemen annesinin yanına gitmiş, balmumu istemiş. Annesi de kızına istediği balmumunu vermiş. Kız balmumunu almış, hocasına götürmüş.
Hoca günlerce uğraşmış, durmuş. Hoca heykeli yaparken kız da bin bir merakla hocasını seyretmiş. Sonunda hoca, bir adam heykeli yapmış. Heykele, bir çift de altın kirpik takmış, gitmiş.
Kız, bu heykeli o kadar sevmiş ki, her gece Allah’a bu heykele can vermiş için dua etmiş. Öyle çok yalvarmış ki, Allah, kızın duasını kabul etmiş, heykel canlanmış. Kız buna çok sevinmiş. O günden sonra Altın Kirpikli Oğlan’la gezmeye, dünyayı tanımaya başlamış.
Bir gün, kızın olduğu yere bir çerçi gelmiş. Bu çerçi de kadınmış. Altın Kirpikli Oğlan’la kız da bu kadının yanına gelmişler. Onun getirdiği öte-beriye bakmışlar. Kadın oğlanın kirpiklerinin altın olduğunu fark etmiş. Allem etmiş kalem etmiş, oğlanı kaçırmış.
Oğlanın kaybolduğunu anlayan kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… gide gide büyük bir şatoya varmış. Şatonun kapısını çalmış. Kapı açılmış, onu içeriye almışlar. Kızı ağırlamışlar, ikramlamışlar.
Bu şatoda yaşayan adamın da bir kızı varmış. Ama bu kız deliymiş. Adam, şatoya gelen kızları, deli kızının yanına gönderirmiş. Deli kız da babasının gönderdiği kızları öldürürmüş.
Adam kıza;
- Sıra sende! Benim kızımın yanına gideceksin, demiş.
Kız da;
- Peki, demiş.
Kız, biraz sonra deli kızın odasına girmiş. Deli kız bunun üzerine saldırmış Kız, uğraşa didine deli kızı zincire bağlamaya muvaffak olmuş. Fakat kızın gözüne dışarıdan bir ihtiyar adam ilişmiş. Adam kağıda bir şeyler yazıp yazıp kazana atıyormuş. Kız, hemen çarşafları birbirine bağlamış, aşağıya sarkıtmış. Sonra da ona tutuna tutuna aşağıya inmiş. İhtiyar adamın yanına birden yaklaşmış:
- Amca burada ne yapıyorsun, diye sormuş.
O da;
- Şu şatoda oturan adamın kızının devamlı olarak deli kalmasını sağlıyorum, demiş.
Kız;
Neden böyle yapıyorsun, yazık değil mi, demiş.
İhtiyar adam;
O adam, kızını benim oğluma vermedi. Ben de kızını deli ettim, demiş.
Kız hemen bir şeytanlık düşünmüş. Adamın arkasına dolanmış, onu kazanın içine itmiş. Adam bağıra bağıra orada ölmüş. Adam ölür ölmez, deli kız birdenbire kendine gelmiş. “ Artık aklı başına geldi!” diye annesi babası çok sevinmiş. Bu kıza çeşit çeşit hediyeler vermişler, günlerce misafir etmişler. Kız, sonunda şatodan ayrılmış. Yine yollara düşmüş.
Giderken giderken uzaktan bir saray görünmüş. Kız, bu defa erkek kılığına girmiş, saraya varıp bir iş istemiş. Kıza bulaşık yıkama işi vermişler. Kız artık sarayda çalışıyormuş. Meğerse Altın Kirpikli Oğlan da o sarayda değil miymiş?
Çerçici kadın, oğlanı kaçırıp bu padişaha satmış. Padişahın kızı da bu oğlanı görür görmez âşık olmuş. Padişah da onları evlendirmeye karar vermiş.
Kız, bir gün şatodaki adamın hediye ettiği bir çift altın bileziği koluna takmış. Padişahın kızı, kızın kolundaki bilezikleri görmüş. Kızdan bilezikleri istemiş.
Kız da;
- Veririm ama bir şartım var, demiş.
O da;
- Şartın nedir, söyle bakalım, demiş.
Kız;
- Beni senin nişanlın olan Altın Kirpikli Oğlan’la görüştür, onunla konuşayım, demiş.
Padişahın kızı kabul etmiş.
Kız, Altın Kirpikli Oğlan’la görüşmüş, konuşmuş. Oğlan kızı görünce onu ne kadar sevdiğini anlamış. O gece, beraberce saraydan kaçmışlar.
Sabah olunca padişahın kızı, oğlanı da kızı da görememiş. Meraklanmış her yeri arattırmış; fakat hiçbir yerde bulamamışlar. Padişahın kızı bunların kaçtığını anlamış.
Biz gelelim kız ile oğlana…
Kızla Altın Kirpikli Oğlan kaçıp kızın anasının evine gelmişler.
Orada kırk gün kırk gece düğün yapmışlar…
Yiyip içip muratlarına geçmişler…
Onlar erdi muratlarına biz çıkalım kerevetlerine…
Çapgöz
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Vakti zamanında fakir bir adam varmış. Adam öyle fakirmiş ki, bir gün oğullarını yanına çağırmış;
Artık sizi doyuramam, gidin başınızın çaresine bakın, demiş.
Çocuklar bu lafın üstüne evden çıkıp yola düşmüşler. Epeyce bir yol gittikten sonra iyi yetişmiş bir ekine rastlamışlar. Ekin öyle güzelmiş ki, bakmaya doyamamışlar. Meğer bu ekin bir devinmiş. Üç kardeş bundan habersizce ekini biçmeye başlamışlar. O sırada dev çıkagelmiş:
Bu ekin daha yetişmedi, ne diye biçiyorsunuz, demiş.
Üç kardeş de şaşırmış. En küçükleri olan Çapgöz, çok akıllıymış. Hemen cevap vermiş:
Zaten biçimine az kalmış, sana yardımımız olsun diye düşündük, demiş.
Dev bu sözü duyunca Çapgöz’den çekinmiş.
Ona demiş ki:
Sana bir mektup vereceğim. Bizim eve götür hanıma ver. Onun vereceğini de bana getir.
Dev, kağıda bir şeyler yazıp Çapgöz’e vermiş. Çapgöz, kardeşlerini de alıp yola düşmüş. Yolda bir adama rastlamışlar. Çapgöz elindeki mektubu adama okutmuş. Dev diyormuş ki: “Mektubu getireni kes, pişir, buraya getir.” Çapgöz bunu duyunca orada mektubu hemen yırtmış, yerine de başka mektup yazdırmış. Demiş ki; “Ahırdaki emlik kuzuyu kes, bu mektubu getirenle gönder.”
Neyse lafı uzatmayalım; Çapgöz kuzuyu pişirtip alıp gelmiş. Devin bu işe canı sıkılmış ama belli etmemiş. Kuzuyu hep birlikte yemişler.
Dev, bu üç kardeşi akşam yemeğine davet etmiş. Onlar da kabul etmiş. Akşam olmuş, hep birlikte yiyip içmişler, yataklarına yatmışlar. Meğer dev bunların uyumalarını bekliyormuş. Gece bir ara yanlarına gelmiş:
- Çapgöz! Uyudunuz mu, demiş.
Çapgöz de;
- Uzun oturuyorum, demiş.
Dev, az sonra yine gelmiş. Aynı cevabı almış. Bunun üzerine yanlarına bir daha uğramamış. Derken sabah olmuş.
O sabah üç kardeş de sağ-salim oradan ayrılmış, yola çıkmışlar. Bunlar gide gide bir memlekete varmış. Padişahın sarayına işçi olarak girmişler. Çapgöz terzi, bir kardeşi seyis, bir kardeşi de uşak olmuş. Çapgöz’ün rahatı çok iyiymiş. Onun bu durumunu kardeşleri çekememiş, ortadan kaldırmak için çare aramışlar.
Bir gün Padişaha;
- Padişahım, devin bir kemeri var ki, tam size göre, demişler.
Padişah da;
- O kemeri bana kim getirebilir, diye sormuş.
İki kardeş birden;
- Çapgöz getirir Padişahım, demişler.
Padişah, hemen Çapgöz’ü çağırtmış:
- Bak Çapgöz! Devin bir altın kemeri varmış. O kemeri bana getireceksin! Sana kırk gün müsaade. Ya kemeri getirirsin ya da kelleni yok bil, diye emretmiş.
Çapgöz ne yapsın? Emir büyük yerden. Mecburen yola koyulmuş. Gide gide sonunda devin evine varmış. O sırada ocakta bir kazan çorba pişiyormuş. Evdeki tuzun hepsini çorbaya aktarmış, dolu suları da boşaltmış saklanmış. Çorbayı yiyen devle karısı çok susamış. Doğruca su kaplarının başına koşmuşlar. Bir de ne görsünler; testiler kazanlar bomboş. Dev, karısını suya yollamış. Çapgöz de gizlice arkasından gitmiş. Devin karısı bir testiyi doldurup yanına koydukça, o da boşaltıyormuş. Dev karısı ne kadar uğraştıysa da bir türlü testileri dolduramamış. Canı sıkılmış, iyice daralmış. Belindeki kemeri çıkarıp çeşmenin taşına koymuş. Biraz dinlenmek için ağacın altına uzanmış. Çapgöz, kemeri kaptığı gibi saraya gelmesi bir olmuş. Doğruca Padişahın huzuruna çıkmış, kemeri vermiş. Kardeşleri olup bitene hayret etmişler. Bu sefer başka bir plan düşünmüşler.
Bir gün Padişaha demişler ki;
- Padişahım, devin bir halısı var ki, dünyada eşi benzeri yoktur, tam size layık.
Padişah, yine Çapgöz’ü çağırtmış:
- Devin halısını istiyorum. Onu derhal bana getireceksin! Yoksa sonunu sen düşün, demiş.
Çapgöz, çaresiz, düşüne düşüne devin evine varmış. Bu sırada devin karısı halıyı silkeliyormuş. Ona yardım etmek istediğini söylemiş, kadın da kabul etmiş. Beraberce silkelemişler. Bir ara, devin karısı içeri girmiş. Çapgöz, halıyı sırtladığı gibi nehre doğru koşmuş, çabucak köprüden karşıya geçmiş. Dönüp arkasına bakmış ki, dev ile karısı köprünün öbür başında duruyor. Meğer dev sudan geçemezmiş.
Çapgöz, bu baştan o başa deve bağırmış.
- Kuzunu yedim, kemerini, halını aldım. Daha edeceğim geride, demiş.
Hemen saraya gelmiş, halıyı Padişaha vermiş. Kardeşleri yine çok şaşırmışlar.
Bu defa da padişaha demişler ki;
- Devin bir yatağı var ki, Padişahım tam size göre.
Padişah, Çapgöz’ü çağırtmış, devin yatağını getirmesini emretmiş.
Çapgöz, bir ağızlık bulmuş. Ağızlığın içine bit, pire doldurup yola düşmüş. Devin evine varmış, geceyi beklemiş. Gece olup da dev yatağa yatınca, ağızlığı yatağa üflemiş. Az sonra devle karısı kaşınmaya başlamış, bir türlü uyuyamamışlar. Sonunda kaptıkları gibi yatağı dışarı atmışlar. Zaten Çapgöz de bunu bekliyormuş. Yatağı sırtlandığı gibi Padişaha getirmiş. Padişah, buna da çok sevinmiş.
Kardeşleri yine hayretler içinde kalmış. Bunu çekemeyen kardeşleri yine Padişahın huzuruna çıkmışlar.
- Padişahım oldu ki oldu!.. Bari Çapgöz devi de getirsin, demişler.
Padişah, Çapgöz’ü çağırtıp son olarak devi getirmesini istemiş.
Çapgöz, düşünmüş taşınmış. Sonunda kılık kıyafet değiştirmiş, kırk çift de araba almış, devin ormanına gitmiş. Ormana girer girmez ağaçları kesmeye başlamış. Bunu gören dev bir solukta ormana gelmiş:
- Bu ağaçları niye kesiyorsun, diye sormuş.
Çapgöz de;
- Başımıza bela bir Çapgöz vardı. Öldü de ona tabut yapacağım, demiş.
Dev buna çok sevinmiş. Hemen yardım etmeye başlamış. Tabutu yapıp bitirmişler.
Çapgöz;
- Şunun içine bir gir de bakalım. Çapgöz, aynı senin boyundaydı. Acaba tamam oldu mu, demiş.
Dev, tabutun içine girip uzanmış. Çapgöz hemen tabutun kapağını kapatıp, çivilemiş. Tabutu arabaya yüklemiş, getirmiş, Padişaha teslim etmiş.
Çapgöz yüksek bir kuleye çıkmış. Tabutu kalabalık bir meydanda açmışlar. Tabuttan çıkan kızgın dev, orada bulunanları bir hamlede yemiş.
Çapgöz, bulunduğu yerden seslenmiş;
- Heeey dev efendi! Herkesi yedin, ağzını aç da ben de hoplayım, demiş.
Kızgın dev ağzını açar açmaz, Çapgöz yukarıdan kılıcını bırakmış. Kılıç devin boğazını kesmiş. Dev oracıkta can vermiş.
Çapgöz aşağıya inmiş, devin karnını kesmiş, içindekileri çıkarmış. Padişah da bütün bu yaptıklarından dolayı kızını Çapgöz’e vermiş.
Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Yiyip içip muratlarına geçmişler. Siz de yiyip içip muradınıza geçin.
FIKRALAR
Acemi berber
Adamın biri saçını kestirmek için berbere gitmiş. Acemi olan berber, saçla beraber, deriyi de kesiyormuş ve kestiği yere pamuk yapıştırıyormuş. Aynada başını pamuklar içinde gören adam, berbere: “Yarısını bana bırak, ben de darı ekeyim!” demiş.
Adamı adama gönderdi, beni sana gönderdi
Düğün yapacak bir adam, okuyucu (davetçi) çıkarmış. Okuyucu kibirli ve de zengin bir adamın evine giderek, düğün sahibinin davetini iletmiş. Ev sahibi, davetçiye: “Başka adam yok muydu da seni bana gönderdi?” diye sorunca, hazırcevap okuyucu: “Adamı adama, beni de sana gönderdi” demiş.
Arpalamışım
Kahve tiryakisi olan ve kahveden çok iyi anlayan Ali Ağa’ya arkadaşları bir muziplik yapmak istemişler. Bundan maksatları biraz Ali Ağa’yı denemekmiş. Arpayı kavurup dövmüşler ve kahveye katmışlar. Ali Ağa her zamanki gibi kahveye gelmiş. Arkadaşları daha önceden kahveciye de durumu anlatmışlar. Kahveci arpa katıntılı kahveden yaptığı kahveyi Ali Ağa’ya getirmiş. Ali Ağa arkadaşlarıyla hem sohbet ediyor hem de kahvesini içiyormuş. Sonra, ayağa kalkan Ali Ağa topallaya topallaya yürümeye başlamış. Arkadaşları ne oldu diye sorduklarında: “Arpalamışım” demiş. Ali Ağa, atlarda arpayı fazla yemekten meydana gelen rahatsızlığı belirten arpalama sözüyle, arkadaşlarının yaptıkları şakaya nükteli bir karşılık vermiş.
Canım kız, güzel kız, aman tez
Adamın bir aşık olduğu kızı düşündükçe, sazı eline alır, durmadan: “canım kız, güzel kız, aman tez” diye türkü söyler, onunla evlenmek istediğini dile getirirmiş. Adamı bu kızla evlendirmişler, aradan zaman geçmiş. Karısı ondan evin ihtiyaçlarını istedikçe, adam türküsünü şöyle çağırmaya başlamış: “Canım tuz, güzel bez, aman tez!”
Bu fıkra, duruma göre türkü çağırmak değil, çalışmak gerektiğini anlatmak için, öğüt yerine söylenir olmuş.
Kalk bir sen iç, bir de bana ver
Bir adamın tembel iki oğlu varmış. Adam bir gün büyük oğlundan su istemiş, oğlu hiç oralı olmamış. Küçük oğlan, suyun kendisinden isteneceğini anlayınca, babasına şöyle söylemiş: “Baba, herkes söz anlamaz, kalk bir sen iç, bir de bana ver!”
Bu fıkra kendisinden iş beklenenlerin hiç oralı olmadıkları durumlarda anlatılır, “kalk bir sen iç, bir de bana ver” sözleri söylenir olmuş.
HALK HİKÂYELERİ
Yelkovan dikeni haber verir
İki kardeş ekin biçiyorlarmış. Yanlarında kimse yokmuş. Biri diğerinin karısını almayı düşündüğünden, kardeşini öldürmeyi kafasına koymuşmuş. Kardeşini öldürürken, kardeşi ona: “Beni öldürürsün ama, kimse bilmez sanma, duyulur” demiş. Kardeşi: “Hiç kimse yok ki nasıl haberleri olacak” deyince, öbürü: “Yelkovan dikeni haber verir”, demiş. Sonra, kardeşini öldürüp, ölüsünü de gömen adam, köye gelmiş ve kardeşinin kaybolduğunu söylemiş. Bir zaman sonra da kardeşinin karsıyla evlenmiş. Aradan zaman geçmiş, bu adam karısıyla ekin biçerken, bir yelkovan dikeni gelip tırpana takılmış. Adam, dikeni tırpandan ayırmak için uğraşıyorken eline diken batmış, kardeşinin sözü aklına gelmiş ve kendi kendine gülmüş. Güldüğünü gören karısı, durup dururken niye güldüğünü sormuş. Adam da kardeşini öldürürken söylediği, “yelkovan dikeni haber verir” sözünü hatırladığını söylemiş. Bunun üzerine kadın, köye geldiklerinde olayı herkese anlatmış, köylüler adama hak ettiği cezayı vermişler. Gerçekten de yelkovan dikeni haber vermiş!
Bu olay, hiçbir şeyin gizlenmeyeceğini ve kötülük yapanın yanına kalmayacağını, cezasını bulacağını belirtmek için anlatılan bir mesel olmuş.
Garip bir çalgı
Vaktiyle bir zenginin bir davar sürüsü ve bu sürüsünün de çok hünerli bir çobanı varmış. Bütün marifeti elindeki çalgıdaymış. Çalmağa başladı mı koyun ve kuzular yayılmayı bırakır oynarlarmış. Bunu haber alan sürü sahibi öfkelenmiş. Çünkü koyun ve kuzular katiyen yayılamıyorlarmış. Bir gün kalkmış sürünün otladığı yere gitmiş. Çoban, efendisinin geldiğini görünce hemen yerinden kalkıp karşı gelmiş, fakat ağa çobana hiçbir şey söylememiş. Şöyle bir kenara çekilip oturmuş. Bir müddet sonra çoban çalgısını çalmaya başlamış, bütün koyunlar otlamayı bırakıp çobanın etrafında atlayıp, zıplamaya başlamışlar. Ağa hayret etmiş yerinden kalkmış daha birkaç adım atmadan o da gayri ihtiyari oynamaya başlamış. Dakikalar geçmiş, halâ çoban çalıyor, onlar oynuyorlar. Vakit uzayınca ağanın karısı merak etmiş, o da oraya gelmiş. Şaşırmış, aralarına girince o da başlamış oynamaya. Nihayet evin oğlu, onun karısı, çocuklar, evde kim varsa oraya taşınmış ve hepsi de oyunculara katılmışlar. Çoban kavalını üfleye üfleye bunları köye sokmuş, manzarayı gören ahali sokaklara dökülmüş, onlar da bu oyuna karışmışlar. Az zamanda bütün köy caddelerde oynamaya başlamış. Akşam olmuş, gece olmuş, sabah olmuş, bir türlü oyun bitmemiş, habire oynamışlar, belki hala da oynamaktadırlar, artık iş çobanın insafına kalmış, isterse kıyamete kadar oynatır…
Kurdun başına gelenler
Kurdun biri çok acıkmış, bakmış ki bir koyun otluyor, hemen yanına giderek: “Seni yiyeceğim” demiş. Koyun da kurda: “Beni yemeden önce, sana biraz oynayım da gör, öyle ye” demiş. Oynamaya başlayan koyun, o yana bu yana derken tepeyi aşmış ve sürüye katılmış. Koyun elinden kaçıran kurt bir de bakmış ki bir keçi, ona da “Seni yiyeceğim” demiş. Keçi: “Beni yersen yarın yine acıkırsın, gideyim, gıdiklerimi (yavrularımı) da getireyim de birkaç gün yemek derdin olmaz” demiş. Kurt inanmış. Keçi de gitmiş, bir daha gelmemiş. Pişman olan kurt av ararken bakmış bir katır, onu da yiyeceğini söylemiş. Katır: “Benim etim çok sert, gidip bilenmiş satır ve bıçak getireyim” diyerek uzaklaşmış, kurt onu da elinden kaçırmış. Bir de bakmış ki ilerde bir at otluyor. “Artık bunu yemeliyim” demiş. Atın yanına gitmiş ve ona da aynı şeyi söyleyince at: “Önce arka ayağımın altındaki sallanan nalı çıkart beni öyle ye” demiş. Kurt, atın arkasına geçmiş, at da arka ayağını kaldırmış ve kurdun yüzüne tekmeyi vurmuş. Ağzı yüzü parçalanan kurt acılarına sızlanarak ve fırsatları kaçırdığına pişman olarak şöyle söylenmiş ve sonunda da uçurumun kenarına gelmiş olduğundan, aşağıya düşerek parçalanmış.
Vardın baktın bir koyun
Ye etini oyum oyum
Nene lazım bir iki oyun
Eli zilli köçek mi olacaktın?
Vardın baktın bir keçi
Ye etini oynasın kıçı
Nene lazım ikisi üçü
Sürü sahibi çoban mı olacaktın?
Vardın baktın bir katır
Ye etini hatır hatır
Nene lazım bilenmiş satır
Eli bıçaklı kasap mı olacaktın?
Vardın baktın bir at
Ye etini yanına yat
Nene lazım, bir iki nalbant
Eli çekiçli nalbant mı olacaktın?